19 Mayıs 2010 Çarşamba

Mutlu Ada Mümkün


 I

Denizlerin tabanıyla göğün tavanı arasında, 

ne de çok yer var yaşanacak... 
Yaşamaya övgü sunulacak, 

ne çok mekan var. 
        -Oysa hepsi birbirinin aynı.... 
-Hem de birbirinin aynı.





Böyle aklından geçiriyordu, 

kararlı, ölçülü, vakur... 

Denizin dalgaları bir gelip vuruyordu, 

bir gidiyordu. 

Sanırsınki Zerdüşt'e ulaşmaya çalışıyordu dalgalar, 

engin denizler...




Zerdüşt'te farketmiş olacakki “uzaklaş canavar!” dedi.

“Senden kaçtım ben karaya ve oradan gökyüzüne... 

Yapışkanlığından, 

hepsini bir, 

hepsini aynı yapışından, 

minerallerini çözüp yok etmenden 

ve buna da öz demenden sıkıldım. 

Her ne kadar kaldırsan da yukarı, 

varılan yer en fazla zemindir. 

Çukurluğunun yüksekliğine taşıyorsun sen. 

Ve en yükseğin, 

anca en küçük alçaklıktır. 

Yeterince yükselmeden, 

bulut olup yağmadan dünyanın üstüne, 

varmam tekrar sana. 

Hadi, şimdi uzaklaş. 

Hadi, şimdi geri gel. 

Hadi, git git..."





Böylesine keyfi yerindeydi. 

Hani yaşamla ölüm arasındaki çizgide oturmuş, 

hem varlığı hem yokluğu seyreden bir tanrı gibiydi. 

Ya da yarı tanrı, 

hiç olmadı bir insan gibi 

-ama pek neşeli, pek şen.





O ise aklından 

“bunadım mı acaba?” 

diye geçirmeye başlamıştı. 

Hani kimseden utanmasa, 

kumdan kaleler yapacak ve içinde oynayacaktı. 

Böylelikle fethedecekti tüm insanlığı. 

Böylelikle oturacaktı tahtına.





“Sakin görünüyorsun.” 

dedi ruhça vicdanlı kişi. 

Elinde ödülü olan gül vardı. 

“Konuşmak isterim seninle 

ama korkarım Zerdüşt yalnızlığı çok sever. 

Bölmedim ya denizle olan sohbetini?”





“Tam zamanında geldin” dedi. 

“Benim de sana soracaklarım vardı. 

Öyle ya, hep sen mi benim kanımı emeceksin?”





Böylelikle o da oturdu yanına, 

kuma, sere serpe... 

Utanılacak bir şeyleri kalmamıştı. 

İncir yaprağını tarihe gömmüşlerdi 

ve gülmüşlerdi artık. 

Herşeyi başlangıcın gerisine götürmüşlerdi

ya da en uzak geleceklere.





Ne soracağını merak ediyordu 

ama hazırdı her türlü soruya, 

bilmeceye, 

fıkraya, 

hepsine hazırdı. 

Vicdanına güveniyordu çünkü. 

Hemm, son akşam yemeğinde deşilmemiş ne kalmıştıki? 

-keza hepsi de yeterince maymun olmuşlardı.


“Zerdüşt'ün verilmemiş yanıtları mı kalmış?” dedi içinden... 

“Demek o kadar da yüksek değilmiş bu (zavallı) adam.”




“Sor bakalım, 

ne kadar çetinse de cevizlerin, kıralım. 

Birkaç sır daha sakız yapalım.”





O kadar yavaşlamıştı ki anlar... 

Tek telaşlı olan denizdi 

ve dalgaları, 

almak için can atıyordu sanki bu bedenin suyunu, 

kendisine katmak, 

coşmak ve köpürmek için.







“Zirveleri severim ben, 

hem soruları zordur, 

hem de yanıtları esrarlı. 

Unutmuşum buraları, zemini. 

Sizlerle dostlarım, 

sizlerle indim tekrar buralara. 

Açıkçası beni alçalttınız. 

Belki de bu sebeple seviyorum sizleri.”





“Ne kadar da çok mekan var.” dedi Zerdüşt. 

“Hepsinin soruları ayrı, yanıtları ayrı. 

Tam ortasındayız zaman ve mekanın. 

Yukarı yükselen gök ile derine inen deniz, 

birbirinin aynı. 

Bunlardan biri diğerinin aynası, 

dahası ikisi birbirinin aynası 

ancak hep bir diş açıklığı ara var.”







"Bizlerde birbirimizin aynıyız, 

yine hep bir diş açıklığı ara var aramızda; 

ayna tutuyoruz birbirimize...”





Böyle diyince Zerdüşt, 

ruhça vicdanlı kişi tekrar sülük oldu. 

“Ben miyim acaba o kadar da yüksek olmayan acep?" dedi. 

"Doğru ya verilmemiş yanıtlarım var. 

O kadar da yüksek değilim belki de! 

Ah evet!” dedi 

“zavallının tekiyim.”





“Nasıl olabiliyor ey Zerdüşt? 

Benim dediğimin tam tersini diyerek,

nasıl benimle aynısını söyleyebiliyorsun? 

Bu gülü bana verişin var ya hani... 

Korkudan mı doğar hakikat, 

yoksa cesaretten mi? 

Doğrusu o an, orada kavradım seni. 

Senin gibi tersini... 

Şimdi ise bakıyorum elim avucum yine boş. 

Bırakma bizi ey Zerdüşt. 

Bu huzurdan ayrı kalmayalım.”








II




“Şarap getirdim hem sana...” dedi.

“Yalnızca şarap mı getirdin? 

Balım vardı benim orada. 

Ondan neden getirmedin?” diyecek olduki, 

sözü kahkahalarla kesildi.





Al yanaklı maymun bandosu yaklaşıyordu. 

En çirkin insan, büyücü, iki kral, gölge ve eşşek, 

hepsi şarkı söyleye söyleye geliyordu.





“Biz mutluluğu bulduk” diyorlardı. 

Eşşek bile maymun olmuştu, 

zira gören gözler sırıtmasını ayırt edebilirdi.



“Koca bebekler korosu” dedi Zerdüşt. 

“Hani getirdiniz mi bana bal?”





“Hepsini yedik.” dedi kral. 

Diğeri de onayladı. 

Büyücü ise suçlu hemen, 

“ama en çok onlar yedi, 

sanki saraylarındalarmış gibi... 

Ben anca tadına baktım.” 

Eşşek ise en suçlusuydu belki. 

Anlaşılan dibini o yalamıştı... 

Eşşeğin utanması ise insanınkinden naifti.





“Bu dünya bizim.” diye şarkı söylüyorlardı.
“Biziz üstüninsanlar, biziz.” diye.
“Bir fırtına gibi geldik biz; örümcek ağlarına karşı...”






Şişman olan kral ise göbeğini lömbürterek, şöyle diyordu;

“Günün birinde uçmak isteyen, 

ne ayakta durmayı ve yürümeyi, 

ne koşmayı, 

ne de tırmanmayı öğrenmelidir. 

Uçmak isteyen bal yemelidir bal.” 

Sonrada diğer kralı gıdıklıyordu. 

“Arı, vız vız vız.”





Gölgesi ise Zerdüşt'ün, 

bakın hele nerden bulduysa, 

bir huni geçirmişti kafasına, 

şöyle diyordu;




“Bakın bakın, ben de erdim. 

Üstün insanım bende.”





Nihayet büyücü gelip Zerdüşt'e “haklıydın.” dedi 

-ki ilk kez!. 

“Gülü sülüğe vermekte. 

Biz seni iyi anladık Zerdüşt. 

Vefakar en nihai dostumuz.”





Zerdüşt'ün ise gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu. 
 
“Üstün insanı öğrettim size ben. 

Ama belliki alçak insandan da bahsetmek gerek! 

Bunun hakkında da şakırdım ama, 
-hani benim balım. Hani?"





Bir kahkaha ki yeri göğü inletti. 

Şakımak isteyen alçaklar korosu. 

Eşşek bile şakıyordu. 

"A-i" diye.





“Günde on gerçek yazmalı.” dedi gölge. 

Sonrada “parmaklarım gerçektir.” dedi 

ve 10'unu da saydı. 

“Tamam” dedi “bugünlük işim.”





Büyücü ise, 

o habis, ketum ruh ise 

Zerdüşt'e gülmeyi öğretiyordu!






“Aaa ama Zerdüşt, 

bal yoksa yok! 

Gülmeyi öğren önce, 

-yeterince gülmeyi!”





Sülük ise arada kalmıştı, 

gülüyordu Zerdüşt'e fakat anlıyordu da onu. 

Ama ne farkeder, 

koroya yaklaşmayı makul buldu. 

Zerdüşt'ü pek keyifsiz buluyordu. 

Oysa vicdanını böyle kaybediyordu, 

hakikati de böyle es geçiyordu işte. 

Anlamadığı hakikati.



“Alçaklar!” diye bağırdı Zerdüşt. 

“Yükseklerden indiğim yetmedi, 

kendimi bir çukura atsam yeridir, size karşı. 

Pek bi kokuşmuş geliyorsunuz bana, 

ey görmemişler. 

Ama ne de olsa tamahkarlığı benden öğrendiniz.”








III






Büyücü, 

“bir tanrı sezerdim eskiden, 

yendim artık korkumu.” dedi.





Bunu der, demez işte; 

“O kadar da gevşemeee..” dedi Zerdüşt. 

Gözlerine birdenbire dehşet bir ifade gelmişti.





“Bu kıyıya geldiğimden beridir, 

aşırı sükunet seziyorum. 

İlk başlarda kendi dinginliğim sandım. 

Şimdi senin ağzından çıkanlara bakınca, 

şakkadanak anladım ki,

birisi var buralarda!” 

Gözleri kendi içine dönmüştü. 

Bir başka dünyaya bakıyordu. 

Şöyle dedi sonra; 

“Çok mu zaman geçti acaba?

Ya da ne kadar zaman geçti?” 



“Ne kadar söyleyin alçak insanlar? 

Çığlığa koşup sizi bulduğum zamandan beri; 

ne kadar zaman geçti?”





O sıra, 

bir tedirginlik kapladı yüreklerini alçak insanların. 

“Ne oluyor dediler?”





“Ne oluyor Zerdüşt, neyin var?”

“Bir işaret bekliyorum.” dedi. 

“Fırtına yaklaşıyor, 

birisi var.” dedi. 

“Evvelden çığlığını duyardım. 

Pek bir zamandır ses seda vermez oldu. 

Öldü sandım alçak insanlar. 

İçimdeki çığlık sönünce, 

öldü sandım, 

ve o yüzden gülmüştüm. 

Umudum öldüğü için gülmüştüm.” 

Tam o sıra hafiften yağmur başladı. 

Henüz çiselerken daha, 

“bakın işte” dedi Zerdüşt. 

“Bakın işte işaret budur.”





“Birisi var.” dedi. 

“Buralarda. 

Şimdi anlıyorum, 

sesini duyuyorum, 

sözümün yankısı gibi... 

Ve çığlık atmadığına göre, 

artık keyfi de yerinde olmalı.”





Büyücü; 

“hiç hoşlanmadım" dedi "bu durumdan." 

Henüz yeni öldürmüştüm tanrıyı. 

Ama belli ki; 

Zerdüşt yine tanrıyı öğretiyor.” 

“Ee madem öyle unutmayın ki 

ilk ben bahsediyordum tanrıdan.” 

Döndü sülüğe ve 

“en azından sen unutma! 

senin vicdanın var.” 

“Ben demiştim!” dedi. 

“Ben demiştim.” 

“Ben, Ben, Ben demiştim.”





İşte tam o sıra, 

o güzelim havada, 

büyücünün kafasına, 

nasıl ve nereden bilinmez, 

koca bir kartopu düşüverdi. 

Hepsi hayretler içinde kaldı.





Zerdüşt'te “seziyorum.” dedi. 

“Kekik kokusu alıyorum, 

zeytin kokusu, 

üzüm kokusu alıyorum. 

Bir ferahlık kapladı. 

Geldin mi yoksa? 

Vakti midir artık?" diye fısıldadı.





Göğü yararcasına bir şimşek çaktı,

ardından yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı, 

hemen köşedeki ağacın yakınından çıkıverdi. 



Hiçbiri bilmese de Zerdüşt bilirdi. 

En büyük sürprizler, 

en basit biçimde ortaya çıkanlardır. 

En inkar edilemeyecek biçimde gelirler 

ve en acayip biçimde sonlanırlardı. 

Artık neyse; o biçimde!”





“Selam olsun size ey alçak insanlar.”





Hepsi bir tarafa toplaştı, 

Zerdüşt öbür tarafa. 

Şöyle geçirdiler içlerinden. 

“Bize Zerdüşt alçak derdi de 

pek gücenmezdik 

ancak 

bu çocuk ilk bakışta; 

nasıl anladı alçaklığımızı?”





Tam büyücü cırlayacak oldu ki, 

Zerdüşt; 

“Hoş geldin!” dedi, 

“dikenlerin batmasından, 

sineklerin sokmasından, 

alçakların hasedinden, 

yeterince korunamadığına üzülüyordum. 

Pek uzun zaman bekledim seni bu yücelerde. 

Gerçek bir dost bekledim, 

şimşeklerle oynayanı bekledim.”





“Bir süredir gönlüm pek şen; 

anladımki;
mutlu adalar gerçek oluyor.”





“Bu dünyanın yükünü çok çektin.” dedi delikanlı. 

“Artık dağların zirvelerine kaçmana gerek yok. 

Bak, 

işte burasıdır mutlu ada. 

Seni buraya bıraktım. 

Bir de lezzet verdim diline dudağına. 

Başkada birşeye ihtiyacın yok.”





“Kendinlesin artık burada, 

artık mutluluğunu yaşayacaksın. 

Türkü söyledikçe sen, 

yankı olacak bir başka dünyaya. 

Bir başka dünya bilecek ki 

bir başka dünya var, 

mutlu adalar var.” 

“Modernwish'tir benim adım. 

Anadolu'dan geldim. 

Kendini bulduğun diyardan.”





“Belli belli.” dedi Zerdüşt. 

“Sen gelmeden evvel baharat kokuların geldi. 

Bir rehavet, bir tatlı çiğ geldi. 

Sendin o değil mi? 

Hani karnımı gıdıklayan... 

İstemeyi öğretirdim eskiden, 

yeterince istemeyi, 

amma velakin 

tamahım coştu son vakitler. 

Utanır oldum kendimden, 

gücendirdin beni bana.”





“Gücenme ey Zerdüşt, 

sen artık mutluluğunu yaşayacaksın. 

Bu dünyanın alçaklarına çok küfrettin. 

Böylelikle harcadın ömrünü. 

Bizler için harcadın ey Zerdüşt. 

Torunların için. 

Hani bi umudun vardıya... 

O zamanlardayız. 

Gül rengi sükunettesin artık. 

Avladığın balıklar, 

yengeçler vardıya, 

onlar doğurdu da doğurdu.

Alacakaranlık hakim artık yeryüzüne. 

Sana dede diyen, 

gülen yüzlü insanlar var. 

Artık senide, 

daha da şenlendirme vaktidir.”





“O beklemiş olan çılgın mutluluğun 

zincirlerinden boşalsın. 

Artık sadece türkü söylesin Zerdüşt. 

Mutluluğunun türkülerini... 

Ama arada bir keder de yaparsa, 

ne farkeder? 

Ağlamakla gülmek aynıdır. 

Ve siz alçak insanlar, 

sizler de maskarası olun onun. 

Zerdüşt'ün maskarası olmak da bir erdemdir. 

Repliğinin hakkını veren erdemli sinekler; 

sizin rolünüzde budur!” 






Sonra ama Zerdüşt 

bir kararsızlıkla yanına çağırdı Modernwish'i 

ve kulağına birşeyler fısıldadı. 

Modernwish ise bir kahkaha patlattı ve 

"haklısın ey Zerdüşt. 

Nasıl düşünemedim ben bunu! 

Öyle ya madem burası bir mutlu ada, 

en lüzumlusunu unutmuşum. 

Tamamdır tamam. 

Sen hiç merak etme. 

Bu akşam 

iki mum-bir tütsü yak 

ve beni düşün. 

Sonra ise şarabını hazırla." dedi 

ve göz kırptı.






"Unutma burası mutlu ada. 

Herşey mümkün burada."





Böyle dedi Modernwish 

ve kendini bıraktı. 

Bırakınca ama 

işte, 

yukarı düştü 

ve gözden kayboldu. 

Arkasından bir ses ise; 


“Diz çöküyor musunuz alçaklar? 

Yaratıcınızı seziyor musunuz?” 





Böyle dedi Modernwish. 

Zerdüşt'te aşka geldi ve bağırdı. 

“Bu sözüm de yankı olsun 

kayıp insanların dünyasına. 

Savul ey insan uçurumuuuu... 



Modernwish geliyoooor!”








.