7 Aralık 2010 Salı

Hüsn-ü Bıdıka

 


De ki ona; “seni yaradan benim, ben senin Rabbinim”, dinler ise 

kulakları arı misalidir. Duymaz ise; de ki, “hak saati geldiğinde kötek 

mecburidir.






Eyy Sevgülü,

Benden öncen kuytu karanlıktır, görmez misin?

Benden sonranda zahir ve meczuptur bilmez misin?

Duy ki seni yaradan benim.


Ben senin Rabbinim.





Hııh!!!




Ey münakub-ül kafirin; 

senin mayanda ben varım,

senin tozunda ben uçarım,

sen benle birsin, ben yokken hiçsin;

benim kaburgamdan evvelin yok senin.




Pışşıııkkk!!!




Eyy kafirün zındık,

o güzel gözleriniz benimle bakar,

o güzel beliniz benimlen dolanır,

o güzel kıçınız bana yaslanır,

eğer ben olmas ise o kıç niçe yaslanır?






Dinlemez ise bu bıdık-ıl müşmekün şöyle selam ediniz.






Eyy sevgülü;

sana zevkimi verdim taddın ve zevklendin,

sana gönlümü verdim içtin ve şenlendin,

sana zikimi verdim öptün ve inledin.

Şimdi niçe bu asilik? Niçe zulüm?.






Uslanmaz ise hala bu sözlen, yumuşayınız. Biliniz ki Rab herşeyi 

görür, bilir.






Eyy Hüsn-ü Bıdıka;

aşkınla yanan ben dikkatümü de vermişim ahvala.

Şerriat aşkıylan yanan ben çevirmişim gözümü samaya.

Sen ki o göklerin altındasın bilirim;

öyleyse yolla bir bulut ilen bir nefesini de huulayıp ölem.




lala la la la laaaaaaa....









21 Mayıs 2010 Cuma

Güneş mi?

 .

Güneş dediğimiz gökte 30 cm. çapında, yanardönerli bi tabela işte...




.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Mutlu Ada Mümkün


 I

Denizlerin tabanıyla göğün tavanı arasında, 

ne de çok yer var yaşanacak... 
Yaşamaya övgü sunulacak, 

ne çok mekan var. 
        -Oysa hepsi birbirinin aynı.... 
-Hem de birbirinin aynı.





Böyle aklından geçiriyordu, 

kararlı, ölçülü, vakur... 

Denizin dalgaları bir gelip vuruyordu, 

bir gidiyordu. 

Sanırsınki Zerdüşt'e ulaşmaya çalışıyordu dalgalar, 

engin denizler...




Zerdüşt'te farketmiş olacakki “uzaklaş canavar!” dedi.

“Senden kaçtım ben karaya ve oradan gökyüzüne... 

Yapışkanlığından, 

hepsini bir, 

hepsini aynı yapışından, 

minerallerini çözüp yok etmenden 

ve buna da öz demenden sıkıldım. 

Her ne kadar kaldırsan da yukarı, 

varılan yer en fazla zemindir. 

Çukurluğunun yüksekliğine taşıyorsun sen. 

Ve en yükseğin, 

anca en küçük alçaklıktır. 

Yeterince yükselmeden, 

bulut olup yağmadan dünyanın üstüne, 

varmam tekrar sana. 

Hadi, şimdi uzaklaş. 

Hadi, şimdi geri gel. 

Hadi, git git..."





Böylesine keyfi yerindeydi. 

Hani yaşamla ölüm arasındaki çizgide oturmuş, 

hem varlığı hem yokluğu seyreden bir tanrı gibiydi. 

Ya da yarı tanrı, 

hiç olmadı bir insan gibi 

-ama pek neşeli, pek şen.





O ise aklından 

“bunadım mı acaba?” 

diye geçirmeye başlamıştı. 

Hani kimseden utanmasa, 

kumdan kaleler yapacak ve içinde oynayacaktı. 

Böylelikle fethedecekti tüm insanlığı. 

Böylelikle oturacaktı tahtına.





“Sakin görünüyorsun.” 

dedi ruhça vicdanlı kişi. 

Elinde ödülü olan gül vardı. 

“Konuşmak isterim seninle 

ama korkarım Zerdüşt yalnızlığı çok sever. 

Bölmedim ya denizle olan sohbetini?”





“Tam zamanında geldin” dedi. 

“Benim de sana soracaklarım vardı. 

Öyle ya, hep sen mi benim kanımı emeceksin?”





Böylelikle o da oturdu yanına, 

kuma, sere serpe... 

Utanılacak bir şeyleri kalmamıştı. 

İncir yaprağını tarihe gömmüşlerdi 

ve gülmüşlerdi artık. 

Herşeyi başlangıcın gerisine götürmüşlerdi

ya da en uzak geleceklere.





Ne soracağını merak ediyordu 

ama hazırdı her türlü soruya, 

bilmeceye, 

fıkraya, 

hepsine hazırdı. 

Vicdanına güveniyordu çünkü. 

Hemm, son akşam yemeğinde deşilmemiş ne kalmıştıki? 

-keza hepsi de yeterince maymun olmuşlardı.


“Zerdüşt'ün verilmemiş yanıtları mı kalmış?” dedi içinden... 

“Demek o kadar da yüksek değilmiş bu (zavallı) adam.”




“Sor bakalım, 

ne kadar çetinse de cevizlerin, kıralım. 

Birkaç sır daha sakız yapalım.”





O kadar yavaşlamıştı ki anlar... 

Tek telaşlı olan denizdi 

ve dalgaları, 

almak için can atıyordu sanki bu bedenin suyunu, 

kendisine katmak, 

coşmak ve köpürmek için.







“Zirveleri severim ben, 

hem soruları zordur, 

hem de yanıtları esrarlı. 

Unutmuşum buraları, zemini. 

Sizlerle dostlarım, 

sizlerle indim tekrar buralara. 

Açıkçası beni alçalttınız. 

Belki de bu sebeple seviyorum sizleri.”





“Ne kadar da çok mekan var.” dedi Zerdüşt. 

“Hepsinin soruları ayrı, yanıtları ayrı. 

Tam ortasındayız zaman ve mekanın. 

Yukarı yükselen gök ile derine inen deniz, 

birbirinin aynı. 

Bunlardan biri diğerinin aynası, 

dahası ikisi birbirinin aynası 

ancak hep bir diş açıklığı ara var.”







"Bizlerde birbirimizin aynıyız, 

yine hep bir diş açıklığı ara var aramızda; 

ayna tutuyoruz birbirimize...”





Böyle diyince Zerdüşt, 

ruhça vicdanlı kişi tekrar sülük oldu. 

“Ben miyim acaba o kadar da yüksek olmayan acep?" dedi. 

"Doğru ya verilmemiş yanıtlarım var. 

O kadar da yüksek değilim belki de! 

Ah evet!” dedi 

“zavallının tekiyim.”





“Nasıl olabiliyor ey Zerdüşt? 

Benim dediğimin tam tersini diyerek,

nasıl benimle aynısını söyleyebiliyorsun? 

Bu gülü bana verişin var ya hani... 

Korkudan mı doğar hakikat, 

yoksa cesaretten mi? 

Doğrusu o an, orada kavradım seni. 

Senin gibi tersini... 

Şimdi ise bakıyorum elim avucum yine boş. 

Bırakma bizi ey Zerdüşt. 

Bu huzurdan ayrı kalmayalım.”








II




“Şarap getirdim hem sana...” dedi.

“Yalnızca şarap mı getirdin? 

Balım vardı benim orada. 

Ondan neden getirmedin?” diyecek olduki, 

sözü kahkahalarla kesildi.





Al yanaklı maymun bandosu yaklaşıyordu. 

En çirkin insan, büyücü, iki kral, gölge ve eşşek, 

hepsi şarkı söyleye söyleye geliyordu.





“Biz mutluluğu bulduk” diyorlardı. 

Eşşek bile maymun olmuştu, 

zira gören gözler sırıtmasını ayırt edebilirdi.



“Koca bebekler korosu” dedi Zerdüşt. 

“Hani getirdiniz mi bana bal?”





“Hepsini yedik.” dedi kral. 

Diğeri de onayladı. 

Büyücü ise suçlu hemen, 

“ama en çok onlar yedi, 

sanki saraylarındalarmış gibi... 

Ben anca tadına baktım.” 

Eşşek ise en suçlusuydu belki. 

Anlaşılan dibini o yalamıştı... 

Eşşeğin utanması ise insanınkinden naifti.





“Bu dünya bizim.” diye şarkı söylüyorlardı.
“Biziz üstüninsanlar, biziz.” diye.
“Bir fırtına gibi geldik biz; örümcek ağlarına karşı...”






Şişman olan kral ise göbeğini lömbürterek, şöyle diyordu;

“Günün birinde uçmak isteyen, 

ne ayakta durmayı ve yürümeyi, 

ne koşmayı, 

ne de tırmanmayı öğrenmelidir. 

Uçmak isteyen bal yemelidir bal.” 

Sonrada diğer kralı gıdıklıyordu. 

“Arı, vız vız vız.”





Gölgesi ise Zerdüşt'ün, 

bakın hele nerden bulduysa, 

bir huni geçirmişti kafasına, 

şöyle diyordu;




“Bakın bakın, ben de erdim. 

Üstün insanım bende.”





Nihayet büyücü gelip Zerdüşt'e “haklıydın.” dedi 

-ki ilk kez!. 

“Gülü sülüğe vermekte. 

Biz seni iyi anladık Zerdüşt. 

Vefakar en nihai dostumuz.”





Zerdüşt'ün ise gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu. 
 
“Üstün insanı öğrettim size ben. 

Ama belliki alçak insandan da bahsetmek gerek! 

Bunun hakkında da şakırdım ama, 
-hani benim balım. Hani?"





Bir kahkaha ki yeri göğü inletti. 

Şakımak isteyen alçaklar korosu. 

Eşşek bile şakıyordu. 

"A-i" diye.





“Günde on gerçek yazmalı.” dedi gölge. 

Sonrada “parmaklarım gerçektir.” dedi 

ve 10'unu da saydı. 

“Tamam” dedi “bugünlük işim.”





Büyücü ise, 

o habis, ketum ruh ise 

Zerdüşt'e gülmeyi öğretiyordu!






“Aaa ama Zerdüşt, 

bal yoksa yok! 

Gülmeyi öğren önce, 

-yeterince gülmeyi!”





Sülük ise arada kalmıştı, 

gülüyordu Zerdüşt'e fakat anlıyordu da onu. 

Ama ne farkeder, 

koroya yaklaşmayı makul buldu. 

Zerdüşt'ü pek keyifsiz buluyordu. 

Oysa vicdanını böyle kaybediyordu, 

hakikati de böyle es geçiyordu işte. 

Anlamadığı hakikati.



“Alçaklar!” diye bağırdı Zerdüşt. 

“Yükseklerden indiğim yetmedi, 

kendimi bir çukura atsam yeridir, size karşı. 

Pek bi kokuşmuş geliyorsunuz bana, 

ey görmemişler. 

Ama ne de olsa tamahkarlığı benden öğrendiniz.”








III






Büyücü, 

“bir tanrı sezerdim eskiden, 

yendim artık korkumu.” dedi.





Bunu der, demez işte; 

“O kadar da gevşemeee..” dedi Zerdüşt. 

Gözlerine birdenbire dehşet bir ifade gelmişti.





“Bu kıyıya geldiğimden beridir, 

aşırı sükunet seziyorum. 

İlk başlarda kendi dinginliğim sandım. 

Şimdi senin ağzından çıkanlara bakınca, 

şakkadanak anladım ki,

birisi var buralarda!” 

Gözleri kendi içine dönmüştü. 

Bir başka dünyaya bakıyordu. 

Şöyle dedi sonra; 

“Çok mu zaman geçti acaba?

Ya da ne kadar zaman geçti?” 



“Ne kadar söyleyin alçak insanlar? 

Çığlığa koşup sizi bulduğum zamandan beri; 

ne kadar zaman geçti?”





O sıra, 

bir tedirginlik kapladı yüreklerini alçak insanların. 

“Ne oluyor dediler?”





“Ne oluyor Zerdüşt, neyin var?”

“Bir işaret bekliyorum.” dedi. 

“Fırtına yaklaşıyor, 

birisi var.” dedi. 

“Evvelden çığlığını duyardım. 

Pek bir zamandır ses seda vermez oldu. 

Öldü sandım alçak insanlar. 

İçimdeki çığlık sönünce, 

öldü sandım, 

ve o yüzden gülmüştüm. 

Umudum öldüğü için gülmüştüm.” 

Tam o sıra hafiften yağmur başladı. 

Henüz çiselerken daha, 

“bakın işte” dedi Zerdüşt. 

“Bakın işte işaret budur.”





“Birisi var.” dedi. 

“Buralarda. 

Şimdi anlıyorum, 

sesini duyuyorum, 

sözümün yankısı gibi... 

Ve çığlık atmadığına göre, 

artık keyfi de yerinde olmalı.”





Büyücü; 

“hiç hoşlanmadım" dedi "bu durumdan." 

Henüz yeni öldürmüştüm tanrıyı. 

Ama belli ki; 

Zerdüşt yine tanrıyı öğretiyor.” 

“Ee madem öyle unutmayın ki 

ilk ben bahsediyordum tanrıdan.” 

Döndü sülüğe ve 

“en azından sen unutma! 

senin vicdanın var.” 

“Ben demiştim!” dedi. 

“Ben demiştim.” 

“Ben, Ben, Ben demiştim.”





İşte tam o sıra, 

o güzelim havada, 

büyücünün kafasına, 

nasıl ve nereden bilinmez, 

koca bir kartopu düşüverdi. 

Hepsi hayretler içinde kaldı.





Zerdüşt'te “seziyorum.” dedi. 

“Kekik kokusu alıyorum, 

zeytin kokusu, 

üzüm kokusu alıyorum. 

Bir ferahlık kapladı. 

Geldin mi yoksa? 

Vakti midir artık?" diye fısıldadı.





Göğü yararcasına bir şimşek çaktı,

ardından yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı, 

hemen köşedeki ağacın yakınından çıkıverdi. 



Hiçbiri bilmese de Zerdüşt bilirdi. 

En büyük sürprizler, 

en basit biçimde ortaya çıkanlardır. 

En inkar edilemeyecek biçimde gelirler 

ve en acayip biçimde sonlanırlardı. 

Artık neyse; o biçimde!”





“Selam olsun size ey alçak insanlar.”





Hepsi bir tarafa toplaştı, 

Zerdüşt öbür tarafa. 

Şöyle geçirdiler içlerinden. 

“Bize Zerdüşt alçak derdi de 

pek gücenmezdik 

ancak 

bu çocuk ilk bakışta; 

nasıl anladı alçaklığımızı?”





Tam büyücü cırlayacak oldu ki, 

Zerdüşt; 

“Hoş geldin!” dedi, 

“dikenlerin batmasından, 

sineklerin sokmasından, 

alçakların hasedinden, 

yeterince korunamadığına üzülüyordum. 

Pek uzun zaman bekledim seni bu yücelerde. 

Gerçek bir dost bekledim, 

şimşeklerle oynayanı bekledim.”





“Bir süredir gönlüm pek şen; 

anladımki;
mutlu adalar gerçek oluyor.”





“Bu dünyanın yükünü çok çektin.” dedi delikanlı. 

“Artık dağların zirvelerine kaçmana gerek yok. 

Bak, 

işte burasıdır mutlu ada. 

Seni buraya bıraktım. 

Bir de lezzet verdim diline dudağına. 

Başkada birşeye ihtiyacın yok.”





“Kendinlesin artık burada, 

artık mutluluğunu yaşayacaksın. 

Türkü söyledikçe sen, 

yankı olacak bir başka dünyaya. 

Bir başka dünya bilecek ki 

bir başka dünya var, 

mutlu adalar var.” 

“Modernwish'tir benim adım. 

Anadolu'dan geldim. 

Kendini bulduğun diyardan.”





“Belli belli.” dedi Zerdüşt. 

“Sen gelmeden evvel baharat kokuların geldi. 

Bir rehavet, bir tatlı çiğ geldi. 

Sendin o değil mi? 

Hani karnımı gıdıklayan... 

İstemeyi öğretirdim eskiden, 

yeterince istemeyi, 

amma velakin 

tamahım coştu son vakitler. 

Utanır oldum kendimden, 

gücendirdin beni bana.”





“Gücenme ey Zerdüşt, 

sen artık mutluluğunu yaşayacaksın. 

Bu dünyanın alçaklarına çok küfrettin. 

Böylelikle harcadın ömrünü. 

Bizler için harcadın ey Zerdüşt. 

Torunların için. 

Hani bi umudun vardıya... 

O zamanlardayız. 

Gül rengi sükunettesin artık. 

Avladığın balıklar, 

yengeçler vardıya, 

onlar doğurdu da doğurdu.

Alacakaranlık hakim artık yeryüzüne. 

Sana dede diyen, 

gülen yüzlü insanlar var. 

Artık senide, 

daha da şenlendirme vaktidir.”





“O beklemiş olan çılgın mutluluğun 

zincirlerinden boşalsın. 

Artık sadece türkü söylesin Zerdüşt. 

Mutluluğunun türkülerini... 

Ama arada bir keder de yaparsa, 

ne farkeder? 

Ağlamakla gülmek aynıdır. 

Ve siz alçak insanlar, 

sizler de maskarası olun onun. 

Zerdüşt'ün maskarası olmak da bir erdemdir. 

Repliğinin hakkını veren erdemli sinekler; 

sizin rolünüzde budur!” 






Sonra ama Zerdüşt 

bir kararsızlıkla yanına çağırdı Modernwish'i 

ve kulağına birşeyler fısıldadı. 

Modernwish ise bir kahkaha patlattı ve 

"haklısın ey Zerdüşt. 

Nasıl düşünemedim ben bunu! 

Öyle ya madem burası bir mutlu ada, 

en lüzumlusunu unutmuşum. 

Tamamdır tamam. 

Sen hiç merak etme. 

Bu akşam 

iki mum-bir tütsü yak 

ve beni düşün. 

Sonra ise şarabını hazırla." dedi 

ve göz kırptı.






"Unutma burası mutlu ada. 

Herşey mümkün burada."





Böyle dedi Modernwish 

ve kendini bıraktı. 

Bırakınca ama 

işte, 

yukarı düştü 

ve gözden kayboldu. 

Arkasından bir ses ise; 


“Diz çöküyor musunuz alçaklar? 

Yaratıcınızı seziyor musunuz?” 





Böyle dedi Modernwish. 

Zerdüşt'te aşka geldi ve bağırdı. 

“Bu sözüm de yankı olsun 

kayıp insanların dünyasına. 

Savul ey insan uçurumuuuu... 



Modernwish geliyoooor!”








.

9 Mayıs 2010 Pazar

Serap ile Umut



Sınıfın çalışkan kızı Serap, haylaz oğlanı Umut'a gelir ve ona, ondan hoşlandığını söyler. Haylaz Umut “haylazlıklarıma böyle bir yaramazlık eklesem fena olmaz.” “Peki” der, Umut. “Bende senden hoşlanıyorum.” 

Okuldan ayrıldıktan sonra saatlerce yaramazlık yaparlar. Sonra evlerine giderler. Her gün böyle geçerken Serap Umut'a yaramazlıklar sırasında, ona ne kadar da aşık olduğunu söyler. Onsuz yapamamaktadır. Hep onu düşünmektedir. Aklı fikri Umut'tadır. Umut'un gururu okşanır bolca. 


Evine gittiğinde “ah!” der “sevgilim şimdi yine beni düşünüyordur. Kimbilir şimdi ne yaparken beni düşünüyordur ve kimbilir şimdi ne yapıyorken yine beni düşünüyordur?” 

Derken sınav zamanı yaklaşır. Ancak bunlar hala okuldan çıkınca saatlerce yaramazlık yapmaya devam ederler. Sınav gününde ise her ikisi de hiç çalışmamışlardır. Aşk olduktan sonra sınav nedir ki! 

Sınavdan çıktıklarında sınav hakkında konuşurlar. İkisi de hiç bir şey yapamamıştır. Hele Serap belki de bütün soruları yanlış yanıtlamıştır. Umut'un durum ise o kadar da kötü sayılmaz. Bir sorudan 15, birinden 10 puan alsa, bir tanesini ise tam yapmıştır ve o da 20 puan etse, eh iki sorudan da 5 'er puan alsa 55, en kötü 50 alacaktır. 

“Ah akılsız sevgilim.” der. "Keşke biraz çalışsaydın."

Sınav sonucu açıklandığında Serap 95 almıştır. Umut ise 20. 

Serap öğretmenine “5 puanı nereden kırdınız!!” diye çıkışır. Öğretmen ise Umut'un kızgınlığını yatıştırmaya çalışmaktadır. “Belli ki Umut hiç çalışmamışsın.” der. 

Umut, ama olur, kalır.

“Serap görüyorsun.” der, öğretmen. 

Umut, 'Serap'a döner , "'Umut'suzsun” der. 




Bu meselden çıkan sonuç; 'Serap' işe yaramaz, aşk ise 'Umut'tadır.




eee bu mesel bu bloga hiç uymadı dersek; vardır, vardır... "arif olan anlar" diyelim, bi derinlik gelsin... :P

22 Şubat 2010 Pazartesi

Zerdüşt'ün Tamahı

“Şimdi mutlu musun ey Zerdüşt?” dedi ağırlığın ruhu,
Geleceğe attığın kancaların haddi hesabı şaştı.”


Utandırmıştı bu söz Zerdüşt'ü. “Deme bana öyle!” dedi.
Maymun olmuştu bu söz üstüne, utangaç maymun, 
al yanaklı maymun.
-İnsan olmuştu yine.

Bilirsin ki yetinemem, iştahım deve tabanlarına benzer, koca şelaleleri yutar da bir ip gibi bırakır ardından. Sorsalar nereye gitti diye şelale, yalnız maymun değil, üç maymun olurum."

Zerdüşt, Zerdüüüşt,
geleceğe attığın kancaların haddi hesabı şaştı. Kimileri öyle uzaktaki ben bile bilmem nereye gitti. Birgün nereden peydahlanacak acep geriye?”

Hep aynı yerdesin anlaşılan” dedi Zerdüşt, “gerçi kimi zaman kendime benzetiyorum seni ama belliki, boşuna cüce demiyorlar, boşuna ağır demiyorlar sana!”

Madem merak ettin diyeyim sana. O kancalardan biri sana öyle uzaktır, öyle uzaktır ki haniyse burnunun dibindedir, ama ben çekmeden, gelmez geri. Geldiğinde ama kahkahalarla güleceksin!
Cüce gülmüş!” diye fırtına kopacak denizde, insan denizinde. Yengeçler ama ağlayacaklar o gün.”

Böyle diyince Zerdüşt, cüce bir titredi. “Bismillah” dedi. “Bu da ne olaki?” Ama belli etmedi ve yine tekrar etti. Önce sesi biraz çatallansa da sonra aynı ağırlıkla ve eskiden olduğu gibi,
-hep olduğu gibi, yine başladı.


“Zerdüşt, Zerdüüşt geleceğe attığın kancalar....”

Fakat o da ne! Tam o sıra bir gümbürtüdür koptu. 

Bir kanca, eskilerden bir kanca, görünmez ipleriyle gökten yere iniyordu ve artık ipleri de gergin olmadığından görünmez değildi.

Dikkat et tepene düşecek!” dedi Zerdüşt.

Ağırlığın ruhuysa bir adım geri attı ama bu adım rivayet edilir ki 500 sene sürdü.

Bir yılan; dev, koca bir ejderha.
Pamuk dişlemek isterken nasıl tamahı onu bulutlara yönlendirmişse,
o tamahla nasıl sıçramışta bulutlara ısırmışsa,
bunu da gördüm” diyip,
gülerek ölmüşse havada,
nasıl gerisin geri düşmüşse yere,
-oydu işte kanca!

Düştüğünde ise leşi ejderhanın,
ibiğe,
tartıya yani,
yazgının tartısına,
gerçek; ossaat tartı da şaştı.
En ağır olanla, en hafif olmasını bilenin yarışmasında,
böylelikle yazgı da ilk güleni bekledi.
Hangisinin daha ağır olduğunu kestiremiyordu ama “kim gülerse hafifler.”
İşte bunu biliyordu. O eskilerin eskisi levhayı biliyordu.

Ve rivayet edilirki bir 500 sene de bu bekleyiş sürdü.

Sonra ama bir parça bulut düştü Zerdüşt'ün avucuna, uzattı bulutu cüceye. “Al!” dedi. “Senin için gökten kopardım bunu. Al!” “Benim armağan eden erdemimdir bu. Ağırlığına katkım olsun bu bulut! Belki böylelikle hafiflersin.”

Ve cüce baktı Zerdüşt'e uzun uzun. Baktı da baktı. Başkası olsa anlamazdı ama Zerdüşt biliyordu ki bıyık altından gülüyordu o. Ve aynısını yapınca Zerdüşt -ki herkes bilir, Zerdüşt başkası olmakta pek bir maharetlidir.

Sen ne iblissin sen!” dedi cüce.
Sen ne iblissin seennn.” 
Öyleki, s 'leri sırıtıyordu.

Pek bir zamandır yoktun ortalıkta.
Beni pek güldürmezdi ya, muzipliklerin de yoktu.
Söyle öyleyse şarkını
-ama “bu” son şarkın olacak.”

Söyle öyleyse bir kez daha şarkını,
bende şu gölgelikte oturayım ve bekleyeyim.”
diyerek çöreklendi bir taş üstüne. Hani, gören; taşla ruhu ayırt edemezdi. Bakan bir sanırdı, işte öyle oturdu. Sonrada homurdanıyordu sanki;

Bilirsin ki; beklemektir, sabretmektir benim erdemim.”

Zerdüşt ise sanki onu duymuyordu. Cüce ise bakın hele şöyle diyordu.

Sanırsın ki damarlarımdan akan baldır!” -ossaat, bal denince Zerdüşt bi kulağını yatırdıysa da sonra yine çevirdi başını. Artık hepten duymaz olmuştu ama bakınız hele oysa ne mırıldanıyordu cüce. Dünyayı sevmeye mi başlamıştı ne?

Sabretmek ise ancak bir tamahkarın yanında bu kadar kutlu olurdu........ “

Zerdüşt ise çooktan kulaklarını topuklarına koyup raks etmeye, dudaklarını kuş yapıp, şakımaya başlamıştı.

Kancalarımı mı sorarsın bana? Gam kumkuması!”
Kancalarımdan haber mi beklersin? Hayrola?

Kaçtır,
kaç tanedir,
ben ne bileyim!
Ben arı yaşarım.
Bal gibi yaşarım. Bal.

Bir ben varım,
yani dudaklarım.
bir de kulaklarım vardır.
ve bir de kıçım.
O kadar.
Saymıyorum gözlerimi
-çünkü heryerdedir benim gözlerim.
Kollarımı da,
-çünkü heryere uzanır onlar.
Saymıyorum bacaklarımı
-çünkü heryere sıçrar onlar.
Ve bir de, bir bacağım daha.
Saymıyorum onu da,
-çünkü... anlarsın ya...

Kaç?mış benim kancalarım?
Nerelere atmışım?
Ben ne bileyim!
Bir müsrifim ben bu konuda.
Saçar dururum.

Doğrusu,
ben gibi adamın tek keyfidir balık tutmak.
Dağ başında balık tutmak.

Kancalarımı mı sorarsın bana?
Hesabını mı yaparsın? Ey gam kumkuması!

Dedim ya sana daha evvel,
taa eskilerde,
ya da şimdi,
sen bu hesapların içinde boğulacaksın!

Bir tamahım kaldı benim.
Bir bu günahım kaldı.
Onu da mı öldürmemi istersin.
Yok öyle yağma!

Yutmuşsam şelaleleri,
ince birer ipliğe çevirmişsem ardından.
Gülümsemektedirler şimdi.
Çağıldarken korkuyorlardı ya,
uçarken,
zerre zerre olmuşken her bir pınarı,
titriyorlardı ya,
bilmez misin?

Bu da benim hediyemdir onlara,
-ince, narin, sessiz bir yaşam.
Aslında rüzgara da benzeyebilirdi,
fakat ancak dereye benzedi, -karada.
İyi işte, o da güzel!

Uçmayı öğretecektim şelaleye,
uçurdum da aslında
ama onlar ancak ardından,
-düşmeyi bildi.
Ben de öğrenmiş oldum işte, 
-şelaleler uçmaz!

Tam o sıra bir "tıssss" sesi geldi sanki cüceden. Pişmiş kelle gibi sırıtıyordu ama, -o ne çirkin bir sırıtma! Bulutu ise sakız yapmıştı ağzına, -gerginlikten, -yenilgiden.

"Haa-haaayt, Ben de seni bilge sanmıştım" dedi.
"-Ey şelale uçuran."
Bu muydu senin bilgeliğin? 
Çoluk çocuk bile bilir şelalelerin uçmayacağını,
şelale işte bu,
-yalnızca düşer!
Bilmez miydin sen bunu?
Aa- aaaa,
Zerdüşt'e de bakın hele...
Haniyse şimdi kahkahalarla güleceğim.
Bu muydu kahkahalarla gülecek olduğum?
Doğrusu ya sen bilge değilsin.
Şair bile değilsin. 
-Soytarının tekisin sadece."

Bunları söylerken gittikçe ketumlaşıyordu. Öylesine ağırdı ki bu sözler, Zerdüşt'ü bile yer çekmeye başlamıştı. Cüce ise kaşını gözünü oynatarak hatırlattı eskiyi ve şöyle dedi:
"Uzağa attıydın sen taşını,
hem de çok uzağa...
Ama bak!
Ben dediydim ya hani
-tepene düştü işte o! Ey pamuklarda uyuyan."

"Unutma çünkü;
atılan her taş muhakkak düşer!
-Ağırlığındandır bu." 
Dedi ve göz kırptı. Hala gergin, hala sıkıcı.

"Seziyor musun hımm?
Anlamaya başladın mı şimdi,
niye benim boyum kısa? Hımm...
Diz çöküyor musun şimdi?
Konuş bakalım,
bırak şakımayı,
şşşş, konuş artık
-ağır ağır konuş!

Zerdüşt'te dile geldi nihayet, "bu sözler için fazla hafifim ben" dedi.

"Her hafif olanın bir ağırlığı vardır. 
Tanıdın mı şimdi beni? Hımm" dedi cüce.

Tam o sıra ama bir çığlık işitti Zerdüşt. Ancak bilemedi yalnızca kendisi mi işitmişti? Uzak geleceklerden mi geliyordu bu çığlık? Yoksa komşu dağlarda bir gezgin miydi acep?

Ve belinden kırbacını çıkardı.
"ŞŞLLLLAAAAAAKKKK" diye şaklattı.
"Cüce ya sen ya ben!" Gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu.

"Ya sen ya ben cüce!
Sırtımda taşıdım seni bugüne kadar.
Unutmaki böylesi yüksekleri gören tek cüce sensin.
Ve anlamadıysan hala,
duymadıysan eğer çığlığı,
Bu senin kabahatin!
Şimdi susacaksın.
Doğrusu "benim" şarkımın nakaratı;
-senin dudaklarından çıkmaz!

Tekrar vurdu kırbacını;
ŞŞLLAAAAAKKKK!

"şimdi sus yoksa; 
tanrı kırbacıyla kırbaçlarım seni!"

"Nerede hani ağırlık?
Hani nerede beni yerden çeken?
Nereye gitti şimdi?
Boğazımdan süzülüyordu az evvel bir yılan.
Isırdım ama kafasını
-ve tükürüp attım.

Şimdi susacaksın yoksa senin de kafanı koparırım, habis ruh, melun ruh!"

Herşey Mümkün!
Böyle öğretirim ben.
Ve sen lak-lak ettiysen de ne önemin var senin.
Herşey Mümkün!
-ben hala böyle öğretirim.

İstemek çünkü, elde etmektir.
Gerçekten istemek,
dağlarla vadileri yerinden oynatır.
-Senin taşın benim ne umurum!

Konuşmayı bile sen, benden öğrendin.
Ve eğer hafiften şakımaya başladıysan,
göz kırpmayı öğrendiysen eğer,
kendini yükseklerde görme.
Çünkü bana göre sen hala 
-alçaksın.

Herşey mümkün! Böyle öğretirim ben hala.
Benim şarkımın nakaratı olsa olsa budur.
- Herşey Mümkün!

 Şimdi sen sez bakalım!
Kimdir bu şakıyan?
Ve hafiflemiyorsan hala bu sözle
-yıkıl karşımdan!

Ey benim tamahım.
Neler yutmayı düşlersin?
Ne istiyorsan o çünkü!

Boşuna mı öldürdüm ben hasedi,
iyilik” olsun diye mi öldürdüm ötekilere?
Öyle dibi bulunmaz kurnazlıklar yoktur bende.
Cesurdur kurnazlıklarım, yalnızdır kurnazlıklarım.
-Aslanlara benzer.

Ben kendim için öldürdüm hasedi, kendim için.
En yüksek göklere böylelikle yerleşmedim mi?
Böylelikle hayat bayram olmadı mı bana?
Öldürdüysem hasedi eğer;
-tamahımdandır.

Gürül gürül yutacağım,
daha ne şelaleler,
ne gökler!
Bir karma kasesiyse eğer dünya,
ve bende bir tuz zerresiysem ya da çeşni,
en ağırken yavaşlıyorsam,
en küçük olduğumda ise en etkili,
yok olduğumda ise, sevinmişsem eğer!

İstiyorum işte.
Tamahım çekiyor. 

Gül işte burada benim apaydın ve sağlam kötülüğüm.
O parıldayan alay kahkahanı koyver dağlardan aşağıya.
bir kere eğer alaycılığım öldürmüşse,
bir daha öldürür 

-ki bir daha da! 

En uzağı en yakınla, 
elemi zevkle karmışım ben, 
-ateşi ruhla...

Varlığımı kuşlarla karmışım ben, 
güldüğümde ise nihayet;
-öldürmüşüm.

Bak işte bir ejderha!
Taa ne zaman yollamıştık hatırlar mısın?

Geliyor işte.
Kim hatırlardı ki onu?
Gülme ama ses etme.
Beklemişsin gibi yap.
Üzülmüşsün gibi yap beklediğine. 
   
Bu sözüm de gayrı kendime. 
   
Ve dudaklarından öp.

Bekle benim tamahım,
hele bir bu ejderhayı da öp.
Dünya yutacaksın daha dünya!

Böyle şakıyordu Zerdüşt,
ağırlığın ruhu ise seyrediyordu.
Pek bir anlam veremiyordu ama
farkediyordu ki,
dağlarla, vadiler zangır zangır titriyordu.




.