I
Denizlerin tabanıyla göğün tavanı
arasında,
ne de çok yer var yaşanacak...
Yaşamaya övgü sunulacak,
ne çok
mekan var.
-Oysa hepsi
birbirinin aynı....
-Hem de birbirinin aynı.
Böyle aklından geçiriyordu,
kararlı,
ölçülü, vakur...
Denizin dalgaları bir gelip vuruyordu,
bir
gidiyordu.
Sanırsınki Zerdüşt'e ulaşmaya çalışıyordu
dalgalar,
engin denizler...
Zerdüşt'te farketmiş olacakki
“uzaklaş canavar!” dedi.
“Senden kaçtım ben karaya ve oradan
gökyüzüne...
Yapışkanlığından,
hepsini bir,
hepsini aynı
yapışından,
minerallerini çözüp yok etmenden
ve buna da öz
demenden sıkıldım.
Her ne kadar kaldırsan da yukarı,
varılan
yer en fazla zemindir.
Çukurluğunun yüksekliğine taşıyorsun
sen.
Ve en yükseğin,
anca en küçük alçaklıktır.
Yeterince
yükselmeden,
bulut olup yağmadan dünyanın üstüne,
varmam tekrar
sana.
Hadi, şimdi uzaklaş.
Hadi, şimdi geri gel.
Hadi, git git..."
Böylesine keyfi yerindeydi.
Hani
yaşamla ölüm arasındaki çizgide oturmuş,
hem varlığı hem
yokluğu seyreden bir tanrı gibiydi.
Ya da yarı tanrı,
hiç olmadı
bir insan gibi
-ama pek neşeli, pek şen.
O ise aklından
“bunadım mı acaba?”
diye geçirmeye başlamıştı.
Hani kimseden utanmasa,
kumdan kaleler
yapacak ve içinde oynayacaktı.
Böylelikle fethedecekti tüm
insanlığı.
Böylelikle oturacaktı tahtına.
“Sakin görünüyorsun.”
dedi ruhça
vicdanlı kişi.
Elinde ödülü olan gül vardı.
“Konuşmak
isterim seninle
ama korkarım Zerdüşt yalnızlığı çok sever.
Bölmedim ya denizle olan sohbetini?”
“Tam zamanında geldin” dedi.
“Benim de sana soracaklarım vardı.
Öyle ya, hep sen mi benim
kanımı emeceksin?”
Böylelikle o da oturdu yanına,
kuma,
sere serpe...
Utanılacak bir şeyleri kalmamıştı.
İncir
yaprağını tarihe gömmüşlerdi
ve gülmüşlerdi artık.
Herşeyi
başlangıcın gerisine götürmüşlerdi
ya da en uzak geleceklere.
Ne soracağını merak ediyordu
ama
hazırdı her türlü soruya,
bilmeceye,
fıkraya,
hepsine hazırdı.
Vicdanına güveniyordu çünkü.
Hemm, son akşam yemeğinde
deşilmemiş ne kalmıştıki?
-keza hepsi de yeterince maymun
olmuşlardı.
“Zerdüşt'ün verilmemiş yanıtları
mı kalmış?” dedi içinden...
“Demek o kadar da yüksek
değilmiş bu (zavallı) adam.”
“Sor bakalım,
ne kadar çetinse de
cevizlerin, kıralım.
Birkaç sır daha sakız yapalım.”
O kadar yavaşlamıştı ki anlar...
Tek telaşlı olan denizdi
ve dalgaları,
almak için can atıyordu
sanki bu bedenin suyunu,
kendisine katmak,
coşmak ve köpürmek
için.
“Zirveleri severim ben,
hem soruları
zordur,
hem de yanıtları esrarlı.
Unutmuşum buraları, zemini.
Sizlerle dostlarım,
sizlerle indim tekrar buralara.
Açıkçası
beni alçalttınız.
Belki de bu sebeple seviyorum sizleri.”
“Ne kadar da çok mekan var.” dedi
Zerdüşt.
“Hepsinin soruları ayrı, yanıtları ayrı.
Tam
ortasındayız zaman ve mekanın.
Yukarı yükselen gök ile derine
inen deniz,
birbirinin aynı.
Bunlardan biri diğerinin aynası,
dahası ikisi birbirinin aynası
ancak hep bir diş açıklığı ara
var.”
"Bizlerde birbirimizin aynıyız,
yine
hep bir diş açıklığı ara var aramızda;
ayna tutuyoruz
birbirimize...”
Böyle diyince Zerdüşt,
ruhça
vicdanlı kişi tekrar sülük oldu.
“Ben miyim acaba o kadar da
yüksek olmayan acep?" dedi.
"Doğru ya verilmemiş yanıtlarım var.
O
kadar da yüksek değilim belki de!
Ah evet!” dedi
“zavallının
tekiyim.”
“Nasıl olabiliyor ey Zerdüşt?
Benim dediğimin tam tersini diyerek,
nasıl benimle aynısını
söyleyebiliyorsun?
Bu gülü bana verişin var ya hani...
Korkudan mı
doğar hakikat,
yoksa cesaretten mi?
Doğrusu o an, orada kavradım
seni.
Senin gibi tersini...
Şimdi ise bakıyorum elim avucum yine
boş.
Bırakma bizi ey Zerdüşt.
Bu huzurdan ayrı kalmayalım.”
“Şarap getirdim hem sana...” dedi.
“Yalnızca şarap mı getirdin?
Balım
vardı benim orada.
Ondan neden getirmedin?” diyecek olduki,
sözü
kahkahalarla kesildi.
Al yanaklı maymun bandosu
yaklaşıyordu.
En çirkin insan, büyücü, iki kral, gölge ve
eşşek,
hepsi şarkı söyleye söyleye geliyordu.
“Biz mutluluğu bulduk” diyorlardı.
Eşşek bile maymun olmuştu,
zira gören gözler sırıtmasını ayırt edebilirdi.
“Koca bebekler korosu” dedi
Zerdüşt.
“Hani getirdiniz mi bana bal?”
“Hepsini yedik.” dedi kral.
Diğeri
de onayladı.
Büyücü ise suçlu hemen,
“ama en çok onlar yedi,
sanki saraylarındalarmış gibi...
Ben anca tadına baktım.”
Eşşek ise en suçlusuydu belki.
Anlaşılan dibini o yalamıştı...
Eşşeğin utanması ise insanınkinden naifti.
“Bu dünya bizim.” diye şarkı
söylüyorlardı.
“Biziz üstüninsanlar, biziz.”
diye.
“Bir fırtına gibi geldik biz;
örümcek ağlarına karşı...”
Şişman olan kral ise göbeğini
lömbürterek, şöyle diyordu;
“Günün birinde uçmak isteyen,
ne
ayakta durmayı ve yürümeyi,
ne koşmayı,
ne de tırmanmayı
öğrenmelidir.
Uçmak isteyen bal yemelidir bal.”
Sonrada diğer
kralı gıdıklıyordu.
“Arı, vız vız vız.”
Gölgesi ise Zerdüşt'ün,
bakın hele
nerden bulduysa,
bir huni geçirmişti kafasına,
şöyle diyordu;
“Bakın bakın, ben de erdim.
Üstün
insanım bende.”
Nihayet büyücü gelip Zerdüşt'e
“haklıydın.” dedi
-ki ilk kez!.
“Gülü sülüğe vermekte.
Biz seni iyi anladık Zerdüşt.
Vefakar en nihai dostumuz.”
Zerdüşt'ün ise gözlerinden
kıvılcımlar çıkıyordu.
“Üstün insanı öğrettim size ben.
Ama belliki alçak insandan da bahsetmek gerek!
Bunun hakkında da
şakırdım ama,
-hani benim balım. Hani?"
Bir kahkaha ki yeri göğü inletti.
Şakımak isteyen alçaklar korosu.
Eşşek bile şakıyordu.
"A-i"
diye.
“Günde on gerçek yazmalı.” dedi
gölge.
Sonrada “parmaklarım gerçektir.” dedi
ve 10'unu da
saydı.
“Tamam” dedi “bugünlük işim.”
Büyücü ise,
o habis, ketum ruh ise
Zerdüşt'e gülmeyi öğretiyordu!
“Aaa ama Zerdüşt,
bal yoksa
yok!
Gülmeyi öğren önce,
-yeterince gülmeyi!”
Sülük ise arada kalmıştı,
gülüyordu
Zerdüşt'e fakat anlıyordu da onu.
Ama ne farkeder,
koroya
yaklaşmayı makul buldu.
Zerdüşt'ü pek keyifsiz buluyordu.
Oysa
vicdanını böyle kaybediyordu,
hakikati de böyle es geçiyordu
işte.
Anlamadığı hakikati.
“Alçaklar!” diye bağırdı
Zerdüşt.
“Yükseklerden indiğim yetmedi,
kendimi bir çukura
atsam yeridir, size karşı.
Pek bi kokuşmuş geliyorsunuz bana,
ey
görmemişler.
Ama ne de olsa tamahkarlığı benden öğrendiniz.”
Büyücü,
“bir tanrı sezerdim
eskiden,
yendim artık korkumu.” dedi.
Bunu der, demez işte;
“O kadar da
gevşemeee..” dedi Zerdüşt.
Gözlerine birdenbire dehşet bir
ifade gelmişti.
“Bu kıyıya geldiğimden beridir,
aşırı sükunet seziyorum.
İlk başlarda kendi dinginliğim
sandım.
Şimdi senin ağzından çıkanlara bakınca,
şakkadanak
anladım ki,
birisi var buralarda!”
Gözleri kendi içine dönmüştü.
Bir başka dünyaya bakıyordu.
Şöyle dedi sonra;
“Çok mu zaman
geçti acaba?
Ya da ne kadar zaman geçti?”
“Ne kadar söyleyin alçak insanlar?
Çığlığa koşup sizi bulduğum zamandan beri;
ne kadar zaman
geçti?”
O sıra,
bir tedirginlik kapladı
yüreklerini alçak insanların.
“Ne oluyor dediler?”
“Ne oluyor Zerdüşt, neyin var?”
“Bir işaret bekliyorum.” dedi.
“Fırtına yaklaşıyor,
birisi var.” dedi.
“Evvelden çığlığını
duyardım.
Pek bir zamandır ses seda vermez oldu.
Öldü sandım
alçak insanlar.
İçimdeki çığlık sönünce,
öldü sandım,
ve o
yüzden gülmüştüm.
Umudum öldüğü için gülmüştüm.”
Tam
o sıra hafiften yağmur başladı.
Henüz çiselerken daha,
“bakın
işte” dedi Zerdüşt.
“Bakın işte işaret budur.”
“Birisi var.” dedi.
“Buralarda.
Şimdi anlıyorum,
sesini duyuyorum,
sözümün yankısı gibi...
Ve
çığlık atmadığına göre,
artık keyfi de yerinde olmalı.”
Büyücü;
“hiç hoşlanmadım"
dedi "bu durumdan."
Henüz yeni öldürmüştüm tanrıyı.
Ama belli
ki;
Zerdüşt yine tanrıyı öğretiyor.”
“Ee madem öyle
unutmayın ki
ilk ben bahsediyordum tanrıdan.”
Döndü sülüğe
ve
“en azından sen unutma!
senin vicdanın var.”
“Ben
demiştim!” dedi.
“Ben demiştim.”
“Ben, Ben, Ben demiştim.”
İşte tam o sıra,
o güzelim havada,
büyücünün kafasına,
nasıl ve nereden bilinmez,
koca bir kartopu
düşüverdi.
Hepsi hayretler içinde kaldı.
Zerdüşt'te “seziyorum.” dedi.
“Kekik kokusu alıyorum,
zeytin kokusu,
üzüm kokusu alıyorum.
Bir ferahlık kapladı.
Geldin mi yoksa?
Vakti midir artık?" diye
fısıldadı.
Göğü yararcasına bir şimşek
çaktı,
ardından yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı,
hemen köşedeki ağacın yakınından çıkıverdi.
Hiçbiri bilmese
de Zerdüşt bilirdi.
En büyük sürprizler,
en basit biçimde
ortaya çıkanlardır.
En inkar edilemeyecek biçimde gelirler
ve en
acayip biçimde sonlanırlardı.
Artık neyse; o biçimde!”
“Selam olsun size ey alçak
insanlar.”
Hepsi bir tarafa toplaştı,
Zerdüşt
öbür tarafa.
Şöyle geçirdiler içlerinden.
“Bize Zerdüşt
alçak derdi de
pek gücenmezdik
ancak
bu çocuk ilk bakışta;
nasıl
anladı alçaklığımızı?”
Tam büyücü cırlayacak oldu ki,
Zerdüşt;
“Hoş geldin!” dedi,
“dikenlerin batmasından,
sineklerin sokmasından,
alçakların hasedinden,
yeterince
korunamadığına üzülüyordum.
Pek uzun zaman bekledim seni bu
yücelerde.
Gerçek bir dost bekledim,
şimşeklerle oynayanı
bekledim.”
“Bir süredir gönlüm pek şen;
anladımki;
mutlu adalar gerçek oluyor.”
“Bu dünyanın yükünü çok
çektin.” dedi delikanlı.
“Artık dağların zirvelerine kaçmana
gerek yok.
Bak,
işte burasıdır mutlu ada.
Seni buraya bıraktım.
Bir de lezzet verdim diline dudağına.
Başkada birşeye ihtiyacın
yok.”
“Kendinlesin artık burada,
artık
mutluluğunu yaşayacaksın.
Türkü söyledikçe sen,
yankı olacak
bir başka dünyaya.
Bir başka dünya bilecek ki
bir başka dünya
var,
mutlu adalar var.”
“Modernwish'tir benim adım.
Anadolu'dan
geldim.
Kendini bulduğun diyardan.”
“Belli belli.” dedi Zerdüşt.
“Sen
gelmeden evvel baharat kokuların geldi.
Bir rehavet, bir tatlı çiğ
geldi.
Sendin o değil mi?
Hani karnımı gıdıklayan...
İstemeyi
öğretirdim eskiden,
yeterince istemeyi,
amma velakin
tamahım coştu son vakitler.
Utanır oldum kendimden,
gücendirdin beni bana.”
“Gücenme ey Zerdüşt,
sen artık
mutluluğunu yaşayacaksın.
Bu dünyanın alçaklarına çok
küfrettin.
Böylelikle harcadın ömrünü.
Bizler için harcadın
ey Zerdüşt.
Torunların için.
Hani bi umudun vardıya...
O zamanlardayız.
Gül rengi sükunettesin artık.
Avladığın balıklar,
yengeçler vardıya,
onlar doğurdu da
doğurdu.
Alacakaranlık hakim artık yeryüzüne.
Sana dede diyen,
gülen yüzlü insanlar var.
Artık senide,
daha da
şenlendirme vaktidir.”
“O beklemiş olan çılgın
mutluluğun
zincirlerinden boşalsın.
Artık sadece türkü söylesin
Zerdüşt.
Mutluluğunun türkülerini...
Ama arada bir keder de
yaparsa,
ne farkeder?
Ağlamakla gülmek aynıdır.
Ve siz alçak
insanlar,
sizler de maskarası olun onun.
Zerdüşt'ün maskarası
olmak da bir erdemdir.
Repliğinin hakkını veren erdemli sinekler;
sizin rolünüzde budur!”
Sonra ama Zerdüşt
bir kararsızlıkla yanına çağırdı Modernwish'i
ve kulağına birşeyler fısıldadı.
Modernwish ise bir kahkaha patlattı ve
"haklısın ey Zerdüşt.
Nasıl düşünemedim ben bunu!
Öyle ya madem burası bir mutlu ada,
en lüzumlusunu unutmuşum.
Tamamdır tamam.
Sen hiç merak etme.
Bu akşam
iki mum-bir tütsü yak
ve beni düşün.
Sonra ise şarabını hazırla." dedi
ve göz kırptı.
"Unutma burası mutlu ada.
Herşey mümkün burada."
Böyle dedi Modernwish
ve kendini
bıraktı.
Bırakınca ama
işte,
yukarı düştü
ve gözden
kayboldu.
Arkasından bir ses ise;
“Diz çöküyor musunuz alçaklar?
Yaratıcınızı seziyor musunuz?”
Böyle dedi Modernwish.
Zerdüşt'te aşka geldi ve bağırdı.
“Bu sözüm de yankı olsun
kayıp
insanların dünyasına.
Savul ey insan uçurumuuuu...
Modernwish geliyoooor!”
.